Dünyanın her zamankinden daha fazla akılcılığa, diyaloğa ve hukukun üstünlüğüne ihtiyaç duyduğu bir dönemde, İsrail rejimi kabadayı, yasa dışı ve son derece şiddet dolu davranışlarıyla bölgeyi patlamanın eşiğine getirdi. Askeri komutanların ve bilim insanlarının suikastları, sivil ve nükleer tesislere saldırılar, İran’daki yerleşim alanlarının ve hatta sağlık merkezlerinin bombalanması, kanıtlanmamış bir bahaneyle gerçekleştiriliyor; bu bahane, nükleer programları denetleyen ana otorite olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından defalarca reddedilmiş veya yeterli kanıt bulunmadığı belirtilmiştir.
Son değerlendirmelerde, IAEA Genel Direktörü Rafael Grossi açıkça şunu belirtti: “İran’da nükleer silah üretme programına dair doğrudan bir kanıt bulunmamaktadır.” İran’daki bazı tesislerde uranyum zenginleştirme seviyesinin %60’a ulaştığı (ki bu teknik olarak dikkat çekicidir) belirtilse de, IAEA defalarca askeri nükleer faaliyet veya sistematik bir nükleer bomba üretme çabası gözlemlenmediğini vurgulamıştır.
Temel soru şu: Uzman ve uluslararası bir denetim kuruluşu bu iddiayı reddetmişken, İsrail bu suçlamayı hangi kanıtlara dayandırıyor?
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2. Maddesi 4. Fıkrası uyarınca, bir ülkenin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı tehdit veya güç kullanımı yasaktır. İsrail’in İran’a yönelik son saldırıları, Güvenlik Konseyi izni olmadan, meşru savunma gerekçesine dayanmadan ve güvenilir bir uluslararası rapor olmaksızın gerçekleştirilmiş olup, uluslararası hukukun açık bir ihlalidir.
Daha da acı olan, sağlık merkezlerinin, hastanelerin ve yerleşim alanlarının hedef alınmasıdır ki bu, Dört Cenevre Sözleşmesi uyarınca savaş suçu olarak kabul edilir.
İran, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT)’nın üyesi olup, yasal olarak IAEA denetimi altında faaliyet yürütürken, İsrail bu antlaşmayı imzalamamış ve gizli bir nükleer cephaneliğe sahip olduğu bilinmektedir. Bundan daha açık bir çelişki olabilir mi?
Yasal yükümlülüklere uyma zorunluluğu olmaksızın ve bazı Batılı güçlerin sağladığı fiili dokunulmazlıkla hareket eden maceraperest İsrail rejimi, hem saldırgan, hem iddia makamı, hem de hakim konumuna yerleşmiştir.
Uluslararası kuruluşlar bu sürece sessiz kalırsa, meşruiyetlerini ve kredilerini yavaş yavaş kaybetmeye hazır olmalıdırlar.
İran Kürdistanı İnsan Hakları İzleme Örgütü olarak, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Şartı, Uluslararası İnsancıl Hukuk ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’ne dayanarak şunu ilan etmeyi görev biliriz:
- İsrail’in davranışları savaş suçu ve insanlığa karşı suç teşkil eder.
- Netanyahu ve İsrail’deki aşırı sağcı akım, şiddeti genişletmeye yönelik hastalıklı bir tutkuyla, kadınların, çocukların ve sivillerin öldürülmesini bir rutine dönüştürmüştür.
- Dünya, İkinci Dünya Savaşı felaketlerinin tekrarını istemiyorsa, İsrail’i hukuki, diplomatik ve sistematik bir şekilde dizginlemelidir.
- Sessizlik ve kayıtsızlık, barışa ve insan onuruna yapılmış en büyük ihanettir.
Tüm insan hakları aktivistlerini, uluslararası kuruluşları ve dünya genelindeki savaş karşıtı hareketleri, bu çılgınca ve kanlı sürece karşı sessiz kalmamaya davet ediyoruz.
Bu açık saldırganlık karşısında hareketsiz kalmak, küresel hukuksuzluğa izin vermekle eşdeğerdir ve nihayetinde uluslararası hukuk ile küresel barış kavramını anlamsız hale getirir.
Eğer İsrail bu davranışlarında dizginlenmezse;
Eğer Netanyahu sorgulanmaz ve yargılanmazsa;
Ve eğer uluslararası kuruluşlar uygun bir tepki vermezse;
Belki de dünyanın sonu hayal ettiğimizden çok daha yakın olabilir.